Endülüs Seyahat Notları-2
Granada;
Ertesi gün Granada’ya gitmek için 8.00’de Sevilla – S Justa garından Cordoba’ya giden trene bindik. Çünkü, Cordoba’dan aktarma yaparak Granada’ya gidiliyordu. Sevilla – Granada yolculuğumuz 2,5 saat sürdü. Trenleri çok hızlı olmasa da rahattı.
Granada İspanyanın en yüksek sıradağları olan zirveleri karla kaplı Sierra Nevada’nın eteklerine kurulmuş. Çok geniş bir alana yerleşmiş olan şehrin hemen her yeri bir seyir noktası. Granada adı şehrin arması üzerindeki nardan kaynaklı olduğu söylenmekte. Granada (Granado) İspanyolca’da ‘nar’ demek. Başka bir görüşe göre ise Gırnata, I. yüzyılda veya daha önce İspanya’ya göç eden yahudiler tarafından kurulmuş ve buraya “göçmenler yurdu” anlamında Gar-anat ismi verilmiştir. Arapça adı Medina-Elvira iken zamanla Elvira yerine Medina-Garnata denmiş. Medina ise Arapça’da ‘kasaba’ anlamına geliyor. Ön ek gibi kullanıldığı için ismin başına eklenip zamanla Garnata olarak kalmış ve sonunda İspanyolca adını yani Granada’yı almış. Bölgede çok fazla nar ağacı olması nedeniyle, şehrin simgesi nar meyvesi; su borularının üzerinde kabartma, seramiklerin üzerinde desen, haritaların üzerinde kapak olarak nar figürü görmeniz mümkün.

Çok geniş bir alana yayılmış olan Granada’nın görülmeye değer mekanları üç bölgede yoğunlaşmıştır: El Hamra tepesi, ona bakan Albaicin tepesi ve katedralin çevresindeki şehir merkezi. Biz bu gezimizi çok geniş bir alana kurulmuş olan Alcazaba (hisar) ve içindeki muhteşem saray ile bahçelerini görmeye ayırmıştık. Bir günde şehrin başka taraflarını görmeye vaktimizin yetmeyeceğini düşünmüştük ve yanılmamışız. Granada’yı keyifle gezmek ve yaşamak için asgari üç gün gerektiğini düşünmekteyim. Trenden indikten sonra bir belediye otobüsü ile bir kaç durak ötede olduğunu öğrendiğimiz şehir merkezine gittik. Buradan El Hamra (Alhambra) Sarayına gitmek için şehir merkezi ile saray arasındaki ulaşımı sağlayan dolmuşların kalktığı duraktan küçük minübüslerden birine binerek kolayca Alcazaba’ya ulaştık. Çevreyi ve sarayı dolaşmak için güneşli harika bir gündü. Aralık ayında, Noel zamanı bu kadar güzel günleri ve sakinliği bulmanın her zaman mümkün olmadığını düşünerek keyifle turnikelerden geçerek gezimize başladık.

El Hamra ismini Arapça’daki Al Qal’a al-Hamra’dan (kızıl hisar) almaktadır. Bu, en eski yapının kırmızı renkli duvarları nedeniyledir. İlk kalenin çok küçük bir bölümü sağlam kalmış, 11. ve 13. Yüzyıllarda Nasrid hanedanı tarafından yenilenmiştir.
Asıl hisardan geriye kalan en önemli parça tarım alanının sulandığı saatleri duyurmak için kullanılan Torre de la Vela çan kulesidir. İzabel-Fernandes orduları 1491-1492 kışında Gırnata’nın düşüşünden sonra şehri ele geçirdiklerini bildirmek için bu kuleye hristiyan bayrağı asmışlardır. Bu gün hristiyan bayrağı çan kulesinde İspanyol bayrağı ile birlikte dalgalanıyor.
Kale ve sarayın olduğu bölgeye gelindiğinde manastırın da dahil olduğu asıl kraliyet şehrinin kalıntıları karşılar. Bu gün burada Granada’nın en pahalı (yer bulabilmek için aylar önce rezervasyon yapılıyormuş) oteli Parador yer alıyor. Yolun devamında cafe, restaurant ve çok şık hediyelik eşya dükkaları vardı. Dinlenmek ve bir şeyler yiyip içmek için otel dahil her yer uygun ve fiyatlar şehir merkezine göre daha ucuz.
Biz gezimize kale ve kuleyi gezerek başladık. Özellikle kuleden Granada’yı seyretmek çok keyifliydi. Ancak Palacios Nazaries’e (Nasrid Palaces) giriş zamanımız geldiği için çok oyalanmadan kuyruğa dahil olduk(yaklaşık 20 dakikada sıramız geldi). Bu bölgede her ziyaretçiye yalnızca yarım saatliğine giriş açılır (bilet üzerinde yazılı zaman). Eğer bu zaman aralığını kaçırırsanız başka bir gün (yoğun dönemde) ya da yeni biletle (ziyaretçinin az olduğu dönemde) girebilisiniz. Ancak içeri girdiğinizde ne kadar kaldığınızın bir önemi yok. Bu önlemin amacı binaların yıpranmasını azaltmak ve control edebilmek için içerideki sayıyı düşük tutmakmış.

Girişte kapının yanlarında ve üzerinde kaligrafiler var. Bunların en anlamlısı “Emirin Sarayına Hoş Geldiniz. O Emir ki Yer Yüzünde Allahın Gölgesidir”diyor. Salona girdiğinizde ahşap işçiliği ve süslemeler gözleri kamaştırıyor. Uzaktan bakıldığında oldukça sade görünen kale ve saray içeriden bakıldığında ince ince düşünülüp tasarlanmış mekanlardan oluşuyor. Karmaşık bir yapıya sahip birbirine bağlı odalar, salonlar, avlular, bahçeler, havuzlar, çeşmeler el işçiliği dantel gibi işlemelerden oluşuyor. Karmaşık gözükse de belirli bir düzen içinde yapılmış. Bu düzen, Yahya Kemal Beyatlı‘nın İspanya‘da ki elçilik görevi sırasında (1929) kaleme aldığı satırlarda şöyle özetlenir:
… El-Hamra’ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken harikulade bir mekân içine girileceğinin farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir alemden başka bir aleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım ve açtım, öylesine bir hayret içindeydim. Bu şaşkınlık daireden daireye geçtikçe arttı. Nazar değmemiş bir beyazlık içinde, sülüs bir yazı sarmaşığı gülümseyen bir güzellikle bütün duvarları sarmış; nakışın ve oymanın hudutsuz oyunları, tavanların derinliklerine kadar her tarafı örtmüş, ama her taraf yine de bembeyaz görünüyor. (Halkbank Kültür ve Yaşam.)
El Hamra’nın başyapıtı, bir avluda yer alan ‘Patio de los Leones’ adı verilen, dört yandan gelen dört kanalla su taşınan, ağızlarından su akan oniki arslanın olduğu havuzdur. Bu havuzun etrafındaki oniki arslanın Hz. Yakup’un oniki oğlunu temsil ettiği, dolayısıyla oniki Yahudi kavmini betimlediği anlatılmaktadır. Aynı zamanda dört kanal cennetteki dört ırmağı temsil ediyormuş. Avlu içindeki bitkilerle cennet hissi uyandırıyormuş (şimdi her ne kadar mermer kaplı olsa da).


Birbirinden göz kamaştırıcı odalar, salonlar ve avlularla örülü saray’ın içinde yaklaşık iki saat geçirdikten sonra, yapımına 13. Yüzyılda başlanan Arapça Yanna el Arif / Generalife yani Cennetül Arif bahçelerine çıkınca insanın içinden ömrünün geri kalanını burada tamamlamak isteği geçiyor. Bahçeler inanılmaz huzur veriyor.
Devamında sarayın yıkılmış kısımlarının üzerine yapılmış olan V. Carlos Sarayı’na(Palacio de Carlos V) geliniyor. Bu kısım 16. Yüzyılda eklenmiş ve bu gün içinde İspanyol ve Mağribi eserlerin olduğu bir müzede mevcut. Avlunun ortasına gelip kısık sesle konuştuğunda her taraftan dinlenebildiği söyleniyor. Bu akustik özelliği kullanmak için zaman zaman burada konserler verildiğini öğrendik.

El Hamra’da, büyük park alanı hariç (keyifle içilen kahve süresi dahil) doya doya yaklaşık üç saat geçirdikten sonra şehre dönmek için geldiğimiz şekilde yola çıktık. Merkeze geldiğimizde geri kalan zamanımızı nasıl geçireceğimize karar verecektik. İki seçeneğimiz vardı ya Katedrale gidecektik ya da bir yerde oturup bir şeyler yiyecektik. Bunu konuşurken benim gözüme insanların dolup boşaldığı bir pizacı çarptı ve iyi ki de çarpmış. Keyifle yediğimiz pizaya İspanyol birası da eşlik edince yanında da gördüklerimizin sohbeti bütün yorgunluğumuzu aldı. İstasyona gitmek için otobüs beklerken hiç bir aracın geçmediğini farkedince, yaptığımız sorgulama sonucu, noel nedeniyle yolların kapatıldığını, geriye yürümekten başka çare kalmadığını öğrendik. Yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra bizi Cordoba üzerinden Sevilla’ya götürecek trenimize bindik.
Sevilla ;
Sevilla Endülüs özerk bölgesinin merkezi ve en büyük şehridir. İspanya’nın ise dördüncü büyük kentidir. Geçmişte de Müslüman İspanya’nın başkenti ve Yeni Dünya’ya düzenlenen seferlerin başlangıç noktasıdır. Derli toplu bir şehir olan Sevilla’da görülecek yerlerin çoğu birbirine yürüme mesafesindedir. Bu eserlerin başlıcaları; Katedral ve La Giralda Kulesi, Reales Alcazares Sarayı, Santa Curuz’daki bahçeler ve Plaza de Espana, Plaza deToros de la Real Maestranza (dünyanın ilk boğa güreşi arenası), nehrin karşı tarafındaki 1929 Fuarı pavyonları.
Sevilla, Endülüs özerk bölgesinin önemli bir sanat, kültür ve ekonomi merkezidir. Sevilla, Flamenko’nun doğum yeri olan Cadiz şehrine ek olarak önemli bir Flamenko kentidir. Granada’dan Sevilla’ya vakitlice ve tok döndüğümüz için önceden planladığımız Flamenko gösterisini izlemeye gittik. Oldukça dolu bir salonda, 14. Yy. sonrasında Çingenelerin, Arapların, Yahudilerin ve toplum dışı bırakılmış Hristiyanların; toplumun dış çevresinde kaynaşması sonucu ortaya çıkmış bir müzik ve dans türü olan Flamenko’nun güzel bir uygulamasını izledik. Hırs, mutsuzluk ve acı üzerine kurulan Flamenko dansı, sert duruşları ve ifadeleri ile bu duyguları bizlere yansıtır. Kısacası halkın isyan dilidir.
Sevilla üç binadan oluşan bir UNESCO Dünya mirası içeriyor: Alcazar Sarayı, Katedral ve Hint Adaları Genel Arşivi. 17. yüzyılda denizaşırı ticaret gerileme sürecine girmiş. Buna karşılık kültürel yaşam büyük bir canlanma göstermiş. İspanyol halkının övünç kaynağı olan ressam Diego Velázquez, Francisco de Zurbaran ve Bartolome Esteban Murillo, heykelci Juan Martínez Montañés ile şair Fernando Herrera gibi büyük sanatçılar Sevilla kentinde yetişmiş. Miguel de Cervantes‘in ünlü Don Kişot romanını Sevilla’nın hapishanesinde kaldığı sırada tasarladığı söyleniyor.
Endülüs’teki son günümüze Sevilla’da erken başladık. Önceden hazırladığımız plan çerçevesinde hiç bir yeri atlamadan gezmeyi düşünüyorduk. Bu nedenle güne, en çok vaktimizi alacağını düşündüğümüz Real Alcazar’dan başlamak için giriş kapısına gidince, büyük bir şaşkınlıkla başlamış olduk. Alkazar Sarayı Pazar günleri kapısını 11.00’de açıyormuş. Mecburen çevredeki sokakları dolaşmaya başladık ama son derece güzel dükkanların, cafelerin, restaurant ve barların olduğu tarihi dokuyu dolaşmak pırıl pırıl güneşli günde bizi çok mutlu etti. Giriş saati yaklaşırken tekrar sarayın önüne geldiğimizde kuyrukların oluşmaya başladığını gördük. Kısa bir süre içerisinde saraya girdik. İçerisi kalabalıklaşmaya başlamıştı. Erken başlamanın doğru bir yaklaşım olduğunu anladık. Çünkü, bir saat sonra çıkarken içeride ciddi bir kalabalık ve dışarıda uzun bir kuyruk vardı.

Sevilla’nın Alkazar sarayı ile Granada’nın El Hamra sarayı ve bahçeleri aynı anlayışla yapılmış ve benzerdir. Ancak Alkazar El Hamra’dan daha küçük ve daha kapalıdır, El Hamra açıkta başıboş durur. Alkazar Sarayının (Palacio) üst katları günümüzde de İspanya monarşisine aittir. Kral I. Carlos’un orada daireleri varmış ve kızını da orada bir düğünle evlendirmiş.
Sarayın her bir odasında ve salonundaki ince işçilik göz kamaştırıcıydı.
Bahçeler 12. Yüzyılda yapılmış ancak bu gün 16. yüzyıl haliyle görünüyormuş. El Hamra’nın geniş, manzaralı ve aydınlık bahçelerine nazaran; dar, labirent gibi ve biraz klostrofobik geldi bize. Yine de güzel olduğunu ve iyi bakıldığını söyleyebilirim.
Archivo de Indias: Sevilla’nın İspanyol Amerika’sının ticarethanesi olarak oynadığı rolü yönetmek için menkul kıymetler borsası olarak inşa edilmiş. 1785 yılında sömürge yatırımlarıyla ilgili belgelerin toplandığı arşive dönüştürülmüş. Bu gün 80 milyondan fazla belgeye ev sahipliği yapıyormuş ve ancak araştırmacılar ile akademisyenlerin kullanımına açıkmış.
Alkazar Sarayı’ndan çıktıktan sonra nehrin karşı kıyısındaki 1929 fuarı pavyonları görmek üzere yola çıktık. Planımız önce önce fuarı gezip devamında köprüyü tekrar geçip, 1761 yılında inşa edilen Sevilla’nın ve dünyanın en eski ve en ünlü boğa güreşi arenası olan Plaza de Toros de la Real Maestranza’yı görmekti. Fakat köprü üzerinde harita ve gsm navigasyonunda ki zamanlamalara bakınca bizim akşam olmadan önce ancak bunları yapabileceğimizi görerek devam etmekten vaz geçtik. Guadalquivir nehri kıyısındaki şehrin en önemli yeşil alanı olan Maria Luisa Parkı (Parque de Maria Luisa) ve parkın içindeki Plaza de Espana’yı görmek için bizden 10 dk ötedeki parka yöneldik.
‘Plaza de Espana’ İspanya Sevilla’da 1924-1929 yılları arasında İber-Amerikan Exposu için inşa edilmiştir. Hem müdeccen (müdeccen: İber Yarımadası’nda daha önce Arapların yönetimi altında Bulunan Endülüs’te Reconquisya/yeniden fetih süreci ve izleyen dönemde Katolik yönetimi altında yaşayan İspanya Müslümanları. Bunların sürdürdüğü mimari üsluba da aynı ad verilir) hem de Rönesans etkilerinin gözlemlendiği bu meydan İspanya mimarisinde önemli bir yere sahiptir. Bu binaların önünde çok geniş bir alanda içinde sandallarla gezilen üstünden köprülerle geçilen çok büyük bir havuz vardır.


Parkı ve içindeki Plaza de Espana’yı gezip yeterince fotoğraf çektikten ve hatta kendimizi güneşe verip dinlendikten sonra Katedral ve La Giralda kulesini görmek için yola çıktık. La Giralda kulesi, ilk dört yüzyılda dörtten fazla tasarım değişikliği görmüş. 1568’de bu günkü görünümüne kavuşmuş. Çan kulesinden 360 derece şehir manzarası varmış. Yaklaşık 15 dk’lık bir yürüyüşten sonra Alkazar Sarayı ve Katedralin bulunduğu meydana geldik. Katedral’in çan kulesi olan La Giral’da kulesini görmek ve tepesine çıkıp şehre yukarıdan bakmak için girişine gittik ama ne yazık ki kapalıydı. Hemen Katedralin girişine yönelip giriş biletlerimizi aldık.

Sevilla katedrali ve büyük çan kulesi, şehre 1147 yılında gelen ve kule ile nehir kenarındaki Torre del Oro’yu inşa etmeye başlayan Muvahhid (murabıtlar devletini yıkarak onun yerine geçen Berberi hanedan ve devleti) işgalciler tarafından yapılan bir caminin üzerine oturtulmuş. 1482 yılında Sevilla hristiyanlar tarafından alınınca cami bir Hristiyan kilisesine minare de çan kulesine dönüştürülmüş. 15. Yüzyılda cami-kilise yıkılıp yerine katedral inşa edilmiş. Yapı tamamlandığında dünyanın en büyük gotik kilisesi olduğu söyleniyor.

Sevilla Katedrali
Katedralde, geniş Capillo Mayor’un sağında, 1890 yılında Küba’dan getirtilip yerleştirilen Kolomb’un mezarının olduğu küçük bir şapel var. Tabutu Castille, Leon, Aragon ve Navarra kraliyet hanelerini simgeleyen dört oyma figür taşıyor.

Sevilla’da en son gördüğümüz yapı dünyanın en büyük ahşap yapısı özelliğine de sahip olan Metropol Parasol’dur. Ahşap elemanların örülerek birbirine geçmesi ile oluşturulmuş bir kanopidir. ‘Şehir şemsiyesi’ anlamına gelmektedir. Metropol Parasol meydanın üzerine yerleştirilmiş bir örtü görevi görmektedir. Yapıyı oluşturan ahşap kafes sistem, betonarme temeller üzerinden yükselmektedir. Ahşap kanopinin üzerinde, bazı bölgelerde yükselip bazı bölgelerde kanopinin altına giren yürüme yolları bulunmaktadır. Geçmiş yıllarda büyük bir Pazar yeri olan Plaza de la Encarnacion meydanının yeniden yapılandırması sonucunda oluşmuş ve şehrin en önemli ikonlarından biri olmuştur. Bu değişiklikle birlikte çevre; dükkanların, alış veriş merkezlerinin olduğu parlak bir semt haline gelmiş.

Vakit büyük bir hızla akmış, bizleri tatlı tatlı ısıtan Aralık güneşi kaybolmuştu. Akşam yemeğine kadar dinlenmek için Katedralin arkasındaki meydanda olan güzel bir kafenin kaldırım masalarında biraz bekleyerek yer bulduk. Hava serinlemeye başlamıştı ama ısıtıcılar yeterli oluyordu. Sevilla’da hava nasıl olursa olsun (kış ayların da bile) barlar, cafeler hatta restaurantlar ısıtıcılarla müşterilerini açık havada ağırlıyor. Kendinizi otelinize kapatmadığınız takdirde, sabah kahvaltısı, öğlen veya akşam yemeklerinde kendinizi açık havada Sevilla’lılarla dirsek dirseğe bulup, yeni dosluklar edinmeniz çok mümkündür.
Sevilla’da da aynen Cordoba ve Granada’da olduğu gibi görülecek yerlerin tamamını görememiştik. Ancak, gördüğümüz kadarı bile iyi ki Endülüs’e gelmişiz diyeceğimiz doyuruculuktaydı. Yine de biraz daha zamanımız olsaydı ve bu kadar sıkışık değil de daha keyifli dolaşsaydık demekten kendimizi alamadık.
Yeni Seyahat Notlarında Görüşmek Üzere..
Yazı ve Fotoğraflar: Faruk Çırpın
Önceki Yazı